Günümüz Müslümanının en büyük sorunu, inançla hayat arasındaki uçurumda gizli. İmanımız iddialı, sözümüz yüksek, ama pratikte savrulmaya meyilliyiz. En küçük rüzgarda yelkenimizi açıp yön değiştiriyoruz. Müslümanlığımız, hayatın her alanında samimiyetle yaşanan bir duruş değil; çoğu zaman çıkarlarımıza, kolaylıklara ve rahatımıza endeksli bir gösterişe dönüşmüş durumda.
İsrail mallarına boykot ederiz, ta ki büyük indirimler başlayana kadar. Faize karşı dururuz, ama bankalar daha cazip kredi imkanı sununca bu ilkemizi unuturuz. Banka promosyonlarına haram deriz, ama en yüksek teklifi görünce buhar olur ilkelerimiz. Hak ve hakikatten bahsederiz, ama iş bizim cemaate, gruba, partiye dokundu mu, bütün o yüksek ilkeler unutulur.
Eleştirilerimiz başkalarına yöneliktir. Onların ayıpları, günahları, isyanları dillerden düşmez. Fakat sıra bize gelince, bizim düğünümüze, bizim siyasimize, bizim çıkarımıza gelince, ne ayıp kalır, ne günah, ne de hakikat. Hatta savunmalarımız hazırdır: “Onlarınki kötü, bizimki mecburiyetten.”
Bu çifte standartla Müslüman şahsiyetini inşa etmek mümkün mü? Şahsiyet dediğimiz şey, duruş ve tutarlılıkla yoğrulur. İman, insanı omurgalı yapar; sadece cemaat, grup veya parti aidiyetiyle şekillenen bir kimlik değil. Ama bugün omurgamız eğilmiş durumda. İman, bizi şekillendirmek yerine biz onu çıkarlarımıza göre şekillendiriyoruz.
Bir Müslüman için söylenebilecek en acı söz şudur: “Ne zaman bu kadar omurgasızlaştık?”.
Bu soru, sadece bireysel bir öz eleştiri değil; toplumsal bir muhasebe çağrısıdır. Çünkü şahsiyetin olmadığı bir toplum, rüzgarın yönüne göre savrulmaya mahkumdur.
Eğer imanımız, bizi ticarette, siyasette, sosyal hayatta, düğünlerde, eğlencede ve alışverişte şekillendirmiyorsa, bu iman bir iddiadan ibarettir. Ve iman ki iddia seviyesinde kalırsa, vakit kaybetmeden tedavi edilmelidir. Çünkü hastalıklı bir iman, ne sahibine ne de topluma hayır getirir.
Bu yüzden üzgünüm.
Çünkü biz, Müslümanlık iddiamızın hakkını veremiyoruz.
Çünkü biz, duruşumuzdan ödün vermemek gerektiğini unuttuk.
Çünkü biz, şahsiyetimizi kaybettik.
Ama belki de hâlâ geç değildir.
Kendi kendimize hesap sormalıyız.
Kendi hayatımızda samimiyetle bakıp “Bu davranışım Kur’an’a, Sünnet’e ve İslam’ın ahlakına uygun mu?” diye sormalıyız.
Toplumsal baskılara değil, ilkelere bağlı kalmalıyız.
Grup, cemaat veya parti aidiyeti, hakikatin önüne geçmemeli. Adalet, doğruluk, ahlak; kimden gelirse gelsin savunulmalı.
Ticari ve ekonomik hayatımızı da imanımızla şekillendirmeliyiz.
Faizden, haksız kazançtan, haramdan kaçınmalı; boykot ve benzeri ilkelerde sabırlı olmalı; ‘indirim’ ya da ‘fırsat’ bahanesiyle ilkelerimizi satmamalıyız.
Küçükten başlamak önemli.
Aile içinde, çocuklarımıza düğünlerde israf etmeyen, gösterişten uzak, sade ve helal dairesinde kalmayı öğretebiliriz.
Samimiyetle dua ve tövbe etmeliyiz.
İmanımızı güçlendirmek için kalpten gelen bir dönüş yapmalı, Rabbimizden samimiyetle hidayet ve sebat istemeliyiz.
Okumalı, öğrenmeli, bilinçlenmeliyiz.
Kur’an, hadis, siyer ve İslam ahlakına dair okumalar yapmalı; sadece duyduklarımızla değil, araştırarak bilinçlenmeliyiz.
Son söz: İman, sadece kalpte değil, hayatın tamamında iz bırakmalı. Omurgalı bir Müslümanlık için, her gün kendi iç dünyamızda samimiyetle bir muhasebe yapmalıyız. Çünkü gerçekten omurgalı bir iman, hem bireyi hem toplumu ayağa kaldırır.